Bizimle İletişime Geçin

Kitap

Tadımlık Kitaplar-12 2021 Ekim

Dün kavga eden iki adam gördüm, Ramazan’ın son günleri, günün son saatleriydi. ‘Ne var bunda?’ demeyin. Bu şehrin insanını ilk kez bu kadar ciddi bir sinir krizi içinde gözlemledim. Bu dev şehirde iki kişinin ciddi ciddi kavga etmesi olağanüstü bir olaydı.

EKLENDİ

:

1. SÜHEYL Ü NEV-BAHAR, Mesud Bin Ahmed (Hazırlayan: Cem Dilçin), Şiir-mesnevi, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1991. 

Der-Hikmet ve Nasihat’ten 

Eger diler olursa her bir kişi

Ki işleye Tangrı’ya yarar işi

(Her bir kimse bir iş yapmak isterse Allah’ın emirlerine uygun iş yapsın.)

 

İçüp hikmet ü ma’rifet şerbetin

Bütün er oluban uşatsun putun

(Hikmet ve marifet şerbetini içip tam bir yiğit olarak putları kırsın.)

 

Ne dartup kişi kendüzin gördügin

Havâya bakup gögsini gerdügi

(Havaya bakıp göğsünü gerince kişi, kendi gördüklerini iyice değerlendirmeli.)

 

Er ol ola kim aybını gözedür

Yok ol kim dil ayruhlara uzadur

(Kendi ayıbını gören ve sorgulayan kişi yiğittir. Başkalarına dil uzatan-laf atan kişi yiğit değildir.)

 

Bunı böyle bilmek gerek akldan

Haber virilen böyledür naklden

(Aklı kullanarak bunun böyle olduğunu bilmek gerek, çünkü nakilden -Kur’an ve Hadis’ten- verilen haber böyledir.)

 

Kişinün gerek aklı vü ilmi ola

Dahı hulk u hem sabr u hilmi ola

(Kişinin akıl, ilim, ahlak, sabır ve yumuşak huy sahibi olması gerek.)

 

Kişiyi iledür Hâlık’a hulkdan

(Ki) halk düşmeye halk ile hulk iden

(Kişiyi güzel ahlak Yaratıcı Allah’a ulaştırır; böylece kendini yumuşak huylu yaratan Rabbinden ayrı düşmez.)

 

Şol âdem ki gözede dirlik yatın

Gerek ohşaya yad obanun itin

(Huzurun yolunu gözeten kişi, diğer obaların itini okşamalı, sevmeli.)

 

Biliş âdemi hoz nişe incide

Niçün darta kılıç u dürte cıda

(Tanıdık kişi, insanı niye incitsin? Niçin ona, kılıç çeksin ve mızrak saplasın?)

 

Yada bilişe eylemeyen kılınç

Olur bilişe yad yada gülinç

(Yabancıya, tanıdığa çekilmeyen kılıç, tanıdığa yabancı, yabancıya gülünç kaçar.)

 

Kolay sözler ile dirilse gerek

Kolayın gözeden ola yigrek

(Kolay sözlerle dirilse gerek, kolayı gözeten tercih edilir.)

 

Bil arada dün gün güzâfın degül

Dikenler cefâsını çekdügi gül

(Gece gündüz devamlı boş sözü gözeteni bil, dikenlerin cefasını çeken güldür.)

 

Eger kaçsadı düşüben korkuya

İrişmeyedi renge vü kokıya

(Eğer korkuya düşerek kaçsaydı renk ve kokuya ulaşamazdı.)

 

Karanulıgile çü barışdı ay

Ne hoş nûrı dutmaga buldı kolay

(Mademki ay karanlıkla barıştı, ne güzel nuru tutmak için kolay bir yol buldu.)

 

Erün gevherine tahammül gerek

Evün düzenine tecemmül gerek

(Yiğidin incisine tahammül gerek, evin düzenine süs gerek.)

 

Tahammülden ü hiç saburdan kişi

Dimiş olmaya kim yanıldum işi

(Tahammül etmeyen ve sabretmeyen hiçbir kişi asla ben işimde yanıldım demez.)

 

Dutucı olur Hak yoluna giren

İçini imâret taşını virân

(Hak yoluna giren O’nun emirlerini yerine getirir, böylece onun içi imar edilir, dışı -giysileri- dağınık olur.)

 

İçi boş olan er taşını bezer

Gelincük bigi halk içinde gezer

(İçi boş olan kişi dışını süsler; gelincik gibi halk içinde gezer.)

 

Sanur aybını tonile örtiser

Bakır yüzine altunı dürtiser

(Ayıplarını giysilerle örteceğini sanır, bakır yüzüne altın renkli sıvı sürer.)

 

Ne assı çü tonun içi ola boş

Ne hâsıl ki gözün ola nûrı yoş

(Giysinin içi boşsa ne fayda? Göz nuru bulanıksa elden ne gelir.)

 

Ton olursa zer-baft u kimhâ vü nah

Kişi geymeyicek yabana bırah

(Altın işlemeli, süslü püslü ve dikkat çekici bir giysi olursa kişi, onu giymesin ve başkasına versin.)

 

Tefâvüt degül olmaya ton ere

Kayırmaz yalıncaklığı gevhere

(Erkekler için giysiler farklı farklı olmasın; çıplak kalır ama inciye önem vermez.)

 

Çü ilm ola ton olmasa sehldür

Ki ton ile fahr eylemek cehldür

(Giysi yoksa fakat ilim varsa -bunun çaresi- kolaydır; çünkü giysiyle övünmek cehaletin ta kendisidir.)

 

(Süheyl ü Nev-Bahar, s. 206-207)

 

2. BOZGUNDA FETİH RÜYASI, Beşir Ayvazoğlu, Roman, Kabalcı, İstanbul 2001.

16 Mart’tan

“Yahya Kemal’le talebeleri arasındaki ilişki, hoca-talebe ilişkisine pek benzemiyordu; arkadaş gibiydiler. Her dersin sonunda ya fakültede boş buldukları bir odaya kapanıyor, boş oda bulamazlarsa Divanyolu yahut Sultanahmet kahvelerinden birine giderek saatlerce konuşuyorlardı. İlk defa Yahya Kemal’in derslerinde erkek talebelerle birlikte dersleri takip etmeye başlayan kız talebeler, Süreyya, Nuriye, Semiramis, Bedia, Hamiyet, Ahter ve Şadan, İkbal’de devam eden sohbetlere katılamadıkları için çok üzülüyorlardı.

Son zamanlarda daha çok Nuruosmaniye’deki İkbal Kıraathanesi’ni tercih etmeye başlamışlardı. Onunla yapıldığı zaman başlı başına bir maceraya dönüşen gezintilerde ise İstanbul’u keşfediyorlardı. Akıllarının ucundan bile geçirmek istemedikleri, fakat içlerinde gizli bir hastalık gibi sürekli büyüyen İstanbul’u kaybetme korkusu, hepsini bu şehre, bu şehrin tarihine ve kültürüne derin bir aşkla bağlamıştı. Hatta bu gezintilerden, Yahya Kemal’in çok sevdiği tabirle, bir çeşit ledünnî zevk alıyorlardı. ‘Hû deyip dergâh dergâh’ dolaşan eski zaman dervişleri gibi. O günlerde dillerinde hep İthaf şiiri vardı. Yahya Kemal’in, Sâmih Rifat Bey’in bir nefesine nazire olarak yazdığı, Çamlıca Bektaşi dergâhında yaşadığı ruh fırtınasından izler de taşıyan İthaf’ta ruhunun susuzluğunu ve zekâsının macerasını naklediyordu. Ve talebeleriyle İstanbul’u İthaf şiirinin atmosferinde gezdikleri söylenebilirdi. Aslında İkbal Kıraathanesi’ndeki sohbetlere de aynı şiirin havası hâkimdi; bu hava Dârülfünun’da felsefe okutan Mustafa Şekip Bey’in yaymaya çalıştığı Bergson felsefesiyle örtüşüyor ve bu felsefe Anadolu’da akılalmaz bir hayat hamlesi olarak başlayan millî kıyamı kolayca açıklayabiliyordu. Mustafa Şekip Bey’e göre, Millî Mücadele şiddetli yaşama gerginliğinden doğmuştu; böyle bir savaşta kazanılabilecek bir başarı istatistikle, pozitif ilimle, topla tüfekle açıklanamazdı; bunların olsa olsa bir vasıta olarak değeri olabilirdi. Zafer kazanılırsa, ki kazanılacağına yürekten inanıyorlardı, bu, kemmiyete karşı keyfiyetin, mekanizme karşı yaratıcı hamlenin, istatistiğe karşı hayatiyetin zaferi olacaktı.”

(Bozgunda Fetih Rüyası, s. 308-309)

 

3. SAATÇİ MUSA, Asım Öz, Söyleşi, Beyan Yayınları, İstanbul 2010. 

Sezai Karakoç’un Mizacı’ndan, 

“Artık bir gelenek oluşturan Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Ödülü 2007 yılında Sezai Karakoç’a verilmişti. Sezai Karakoç bu ödülü almadı. Tören yapılmasını da istemedi. Karakoç’un ödüllerle ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

Onun hem ödüllere hem de diğer etkinliklere fazla itibar etmeyişini anlatan önemli bir ayrıntıyı hatırlıyorum. Enis Batur 1987’de Sezai Karakoç’a telefon edip ‘Gergedan dergisi için sizinle bir söyleşi yapmak istiyorum. Böyle tekliflere açık olmadığınızı biliyorum fakat şansımı denemek istedim’ demiş. O da gayet kibar bir biçimde ‘Evet, ben prensip itibarıyla söyleşi yapan biri değilim ama böyle bir kararım olmasaydı sizinle söyleşi yapardım’ demiş. Sezai Karakoç’un eserleri dışında medyada fazla görünmek istemeyişini çok güzel anlatır bu anekdot.

Oysa çoğu kimse böyle bir dergiye röportaj vermek için can atar. Bu biraz mizaç meselesi tabii. Bu bakımdan ben biraz kendimi ona yakın buluyorum. Onun bu yönü hatıralara, açık olmasa bile zaman zaman yansır. Mülkiyeliler Birliğine bir hanım yazar birkaç kez röportaj vermek için uğrar. Karakoç’u bulamaz. Cemal Süreya; ‘Boşuna gelip gitme, görüşmeyi kabul etmez’ der. Hanım da bir tepkiyle; ‘Niçin kabul etmiyor, arkadaşını yiyecek miyiz?’ diye sorar. Bu konuya şu cümlelerle açıklama getirir: ‘Benim 1958’deki büyük tartışmadan (Hatıralarda ne olduğunu açıklamaz) sonra, dergilerle röportaj vb. ilişkilere hiç hevesim kalmamıştı. Eğer o sıralar o hanıma rastlasaydım teklifini kabul etmeyecektim. Nitekim o sıralar ve daha sonra bu tür yüzlerce teklifi reddettim.’

Onun bu çekingenliği derinliğinden kaynaklanır. Ben bir defasında onun röportaj teklifini reddettiğine şahit oldum Üretmen Han’da. Nokta dergisinden gelmişlerdi. Çünkü basında röportaj yeri röportajda konuşulanların tamamını aktaracak kadar geniş değildir. Kısaltılır her röportaj, bu da anlam kaymalarına neden olur.”

(Saatçi Musa, s. 230-231)

4. BARİKATLAR, Mevlüt Ceylan, Şiir, Mesaj Yayınları, Ankara 1986.

Gurbet Mektubu

“uykularımız hep böyle ürkekse

ve gizli açılırsa kapıları odanın

yollara düşmek ağıt biçimi

bir mektup gurbet haberleriyle ıslanan

 

kara bir yürek vuruyor içimde

kara gözlerin sıcak

unutmadan halimizi kara

bir yürek bende

haline uzaktan ağla

saçları devedikeni çocuk

senin olmayan ağrılar yüreğinde

 

eğiliyorsa başımız ve ağlıyorsak

karnımız kurşun dolu üleşiyorsak yaşamı

gelir görünmüştü hüzün bir kız gibi

aşkımız büyük

düşlerimiz mahrem ve uzundu

 

kan kınası gövdemizde kokan

bakire sohbetler akşam

vakitleri eksiltmede korkumuz

aldırmıyorum akmasına kanımın balkonlardan

ellerimiz ve sevdamız

özgür/aldırmıyorum”

 

(Barikatlar, s. 9)

5. YAPIŞTIRMA BIYIK, Salah Birsel, Deneme, Sel Yayıncılık, İstanbul 2014.

Yazarak Ölmek

Kendimi alıp da yazımın ortalık yerine oturttum mu, denemem başlamış demektir. Bu, boyuna kendimden açacağım, boyuna kendi fotografilerimi dağıtacağım anlamına gelmez. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendimi yazının içinde bir paravananın arkasına gizler, denemeyi ordan yönetirim. Böylece, hem yüzümün mostrasını okurlardan kaçırmış olurum, hem de sonunda afra tafra satmaya varacak olan kendi düşlerimi, kendi vızvızlarımı arka planda tutarım.

Gerçekte olayların seçilmesinde ben yine ortalardayım. Onların kimilerini denemeye buyur eder, kimilerini de dehlerim. Bu da benim neyi yeğlediğimi, neyi de kendimden uzak tuttuğumu belli eder.

Ben denemeyi şiir yazar gibi yazarım. Ona hiçbir artık söz eklemem. Hiçbir yerini de eksik-gedik bırakmam. İlkin okurlara bir selam sarkıtır, sonra konuya girer, onu geliştirip yayınca da paydos zilleri çalmaya başlarım. Ziller sona ererken de denemeyi bitirmiş olurum. Aralıkta yazımı soluklandırmak için çizgiler, parantezler açarım. Çokluk da önemsediğim şeyleri bu iki parantez iki çizgi arasına yerleştiririm. Gelin görün ki, kimi zaman istediğim açıklamayı yazıya katamam. “HANÇER- OVA” denemesinde böyle bir şey olmuştur.

Stendhal’in Kırmızı ve Siyah romanından açarken, Bayan Renal’in, sevgilisi Julien’in ölümünden üç gün sonra çocuklarını severken ansızın öldüğü üzerinde durmuştum. Flaubert’in Madam Bovary’sinde de Emma’nın ölümünden sonra çokça tutkun olan kocası Charles Bovary de pattadak ölüverir. Ben bu benzeyişi de denemeye kaydırmak istedim. Ama ne yaptım, ne ettimse üstesinden gelemedim. Diyeceğim, denemenin bir mantığı vardır. Çokluk bu mantığın tutsağı olursunuz. Romanda romanın, şiirde şiirin mantığına tutsak olduğunuz gibi.

Unutmadan, ben sözcük ardında koşan bir yazarım. Bir sözcük hokkabazıyım. Sanırım, her sanatçının yapması gereken ilk iş de budur. Sözcükleri sevmek. Kafan ve düşüncen ne olursa olsun, sözcükleri seveceksin. Benim şiirlerimden de sözcükleri ne denli sevdiğim anlaşılabilir. Ben Şiirin İlkeleri’ni de sözcükleri tartarak, onlara bedeneğitimi yaptırarak yazdım. 1947’den 1952’ye değin, tam beş yılda yazdım onu. 0 kitaptaki ilkelerin bir bölüğü de denemedir. Zaten benim kafam hep denemeye çalışır. Dört Köşeli Üçgen adlı romanım da bir denemedir. Yani yazdıklarımda kolayca şiirden romana, romandan denemeye, denemeden günlüğe geçilir. Aralarında hiçbir duvar, hiçbir çit yoktur. Ne ki gelecek, denemenindir. Romanlar da gelecekte tam bir denemeye dönüşecektir. Bunun ilk işaretini Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya, George Orwell de 1984 ile vermiştir.

Denemelerimin kahve söyleşileri gibi daldan dala konmasını ve başladığı yerde değil, başlamadığı yerde bitmesini severim. Bunu her zaman başardım diyemem. Biraz önce adını andığımız “Hançerova” böyle bir patak olayı ile başlar. 1878 yılında Tarik gazetesi başyazarı Lastik Sait Bey Tercüman-ı Hakikat’te yayınlanan iki şarkının Ahmet Mithat Efendi’nin elinden çıktığını sanmış ve onları kendi gazetesinde saraka etmiştir. Araya da Efendi’nin özel yaşamıyla ilgili iğneler sokuşturmuştur. Buna sinirlenen Efendi de Babıâli Caddesinde çevirdiği sarakacıya dört dörtlük bir kötek çeker.

Bu olay, yirmi yıl sonra Lastik Sait’in Ahmet Mithat’a yazılı bir saldırısını da ardından sürükleyecektir. Bu kez gündemde klasikler tartışması vardır. Lastik Cenapları, Corneille’in Le Cid tragedyasının Ahmet Mithat eliyle makaslanarak ve düzyazıya çevrilerek yayınlanmış olmasına öfkelenmiştir. Efendi’nin şair olmadan şiir çevirmesine ise iyisinden içerliyordur. Corneille’in kitabı Türk okurlarına Cid’in Hulasası adıyla bağışlanmıştır.

Biz bunu okurlarımıza fısladıktan sonra oyunda sözü edilen Kral Perdinand’ın kızı Dona Urraca’nın Don Rodrigue için çarpan yüreğini de deneme tahtamızın üstüne gerdik. Kral kızının aşkı Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ındaki Mathilde’in Julien Sorel’e olan sevdasını çağırdı. O da Julien’in ilk göz ağrısı Bayan Renal’e göz kırptı. Derken Stendhal’in gençlik serüvenleri de sıraya girdi. Daha sonra laf, dönüp dolaşıp Stendhal’in İtalya Öyküleri’nde sergilediği Prenses Vanina ile Castro Rahibesinin aşklarına dayandı. Neşterimizi onların üstünde de gezdirince Alain Fournier’nin Adsız Köşk’üne yöneldik. Onun da ağzının payını verdikten sonra sözü Orhan Kemal ile Necati Güngör’ün öykülerinden geçirdik. En sonunda da Rousseau’nun aşk yüzünden fıtık olduğunu söyleyerek denememizi bitirdik.

Gerçekte, Rousseau üzerine verdiğimiz bilgi bir anahtar tümcedir. Deneme de bu anahtar tümce için yazılmıştır. Hemen hemen her denemede böyle ışıldaklar vardır. “Kurutulmuş Felsefe Bahçesi”ndeki anahtar tümce de Şarlo’nun annesinin, parasızlıktan davulu yarılsa da her cumartesi bir penilik şebboy almadan eve gelmediğini belirten tümcedir. Bir anahtar da “Posta Tatarı” denemesinde vardır. O da Tolstoy’un Çehov’a fısladığı bir sözdür: “Bilirsiniz Shakespeare’i sevmem. Ama sizin oyununuz, aziz Anton Pavloviç, onunkilerden de kötü.”

Eşref’in: “Ey vatan ver elini sıkayım, elimizden gidiyorsun, adiyö” dizeleri de bir anahtardır. Ama onun girişini şimdiye değin hiçbir denemeye yaptıramadım.

Sizin anlayacağınız her gün yeni yeni fişler, yeni yeni konular bulup buluştururum. Altı ay önce Abdülhak Hamid’in Zeynep adlı oyunu geçti elime. Oyunun arkasında Hamid’in kızkardeşi Mihrünnisa Hanıma yazdığı bir mektup da var. Mektupta diyor ki: “Bu yazdığım eser bir duygu veya düşünce kitabı mıdır? Bunu anlamak için kitabımı Recaizade Mahmut Ekrem’e verdim.”

Şimdi burda birçok konu vardır. Bunlardan biri Hamid gibi bir adamın yapıtını bir eleştirmene göstermesi ve onun iyi ya da kötü olduğunu o eleştirmenden gelecek yanıta göre saptamayı düşünmesidir. Burada bir denemeci için ilginç olan yan da, bir yazarın ne kadar büyük olursa olsun kendine güvenmeyişidir. İkinci bir konu da Recaizade açısından ortaya çıkıyor. Çünkü Hamid’in sözleri Recaizade’nin çağındaki sanatçılar üzerinde olumlu bir etkisi bulunduğunu açığa çıkarıyor. Yani her fiş bir denemeye yol açabilir. Kimi zaman da birçok fiş bir araya gelerek denemeyi gün ışığına çıkarırlar.

Deneme bir de bilgi kumkumasıdır. Denemeci istese de, istemese de, yazısından birtakım bilgiler fışkırır. Yazar sadece gördüklerini, duyduklarını ve okuduklarını yazar. Bu da bilginin ta kendisidir. En büyük bilgi kitabı ise yaşamdır. Yaşam yazarın önünde hasırcıarnavut karpuzu gibi koskoca ve dopdolu durur. Yazarın onu kütletmesi, kütürdetmesi için bıçağı eline alıp yüreğine saplaması yetişir.

Şimdi geldik mi kendimizi terazilemeye. Benim için en değerli şey insan sevgisi, sanat sevgisidir. Denemelerimde onları boyuna sahneye çıkarırım. Aralıkta zorbaların, diktatörlerin yüzlerine kir düşürmeye de büyük özen gösteririm. Her zaman üstünde durduğum bir sanatçı vardır: Proust. Tıknefesin teki. Odası, nemi çeksin diye mantar tabakalarıyla doludur. Odasına kapanır, yatağına kurulur, yazılarını orada yazar. Kimi zaman, iki gün, yerinden kıpırdamadığı olur. Dışarda, kapının önünde de yardımcısı Bayan Câleste’in yüreği, “Mösyö Proust öldü mü, ölmedi mi?” diye -çağrılmadan içeriye girmesi kesinlikle yasaktır- ağzıyla göğüs kafesi arasında mekik dokur.

Proust, 16 ciltlik Geçmiş Zaman Ardında’yı bitirdikten sonra: “Artık ölebilirim” demiştir. Öyle de olur. Romanın son noktasını kondurunca avcundaki can kuşunu da uçurur. Bu, insana inanılmaz görünür. Ama gerçek sanatçı budur. Yarattığı şey kendi yaşamından önce gelir.

Giderek, deneme bir de biçem demektir. Biçem, yani uslup yoksa, deneme de yoktur.

Uslubun tanımı da şudur: yazarak ölmek.

(Yapıştırma Bıyık, s. 75-79)

 

6. SESİMİ DUYMADAN GEÇEN, Kadriye Şerbetçi, Öykü, Pruva Yayınları, Ankara 2021.

Hayallerimden Düştüm’den

“Telefonu kapattım.

Ellerim titriyor.

Bir an hayal olmalı diye düşünüyorum. Evet evet kesin hayal… Ara sıra oluyor böyle… Olmasını beklediğim şeylerin olduğunu sanıyorum zamanla.

Telefonu kaldırdım yeniden yerinden. Aralıksız çalan sinyal. Bir süre tuttum öylece elimde. Birkaç dakika sonra ‘kapat artık’ der gibi iki kısa bir uzun çalmaya başladı. Ahizeyi yerine bıraktım. Artık biliyorum. Hayal değil. Oldu.

Çevreme bakıyorum. Yabancı gibiyim bulunduğum yere. Kitaplıktaki kitaplara takılıyorum: Ölü Erkek Kuşlar bana hediye ettiği ikinci kitap.

Dost Kitabevi’nin kapısından giriyoruz. Sıkı sıkı tutmuş elimi. Kitap raflarının önünden oyalana oyalana geçiyoruz. Ara sıra saçlarımdan öpüyor usulca. Birden duruyor raflardan birinin önünde, uzanıp bir kitap çekiyor. Bakıyorum Ölü Erkek Kuşlar. Bu kitabı sana almak istiyorum diyor. Kendisi okumuş, çok beğenmiş. Benim de okumamı istiyor. İçten içe seviniyorum, benimle her güzel şeyi, her sevdiğini paylaşmak istiyor diye.

Kitabı elime alıyorum derme çatma kitaplığıma uzanıp. Gözlerim doluyor. Arkasını çeviriyorum, fiyatına takılıyor gözüm bu kez. Parasını öderken elli mark bozduruşu geliyor aklıma. Çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Bana kitap alan, çiçek alan, ne istediğimi bilen bir sevdiğim vardı. Dost’tan çıktığımızda ben de onun elini sıkı sıkı tutuyordum artık. Bu kitabı bir kez daha okumaya karar veriyorum aldığım yere koyarken.”

(Sesimi Duymadan Geçen, s. 59-60)

7.KAHİRE KİTABI, Fatih Okumuş, Gezi-Mektup, Fide Yayınları, İstanbul 2005.

Bir Şehrin Portresi’nden,

“Kahire… On beş milyonluk şehir… Büyük şehir… Sorunları büyük, imkânları geniş, derdi büyük, dermanı büyük…

Milyonlarca insan milyonlarca konut, araba, çöp kutusu, okul, yol demek…Koca bir şehir kocaman bir gürültü ve toz okyanusu demek… Binlerce alim, veli, öğrenci, hamal, memur, işçi, çöpçü, işsiz, dolandırıcı, hırsız barınıyor Kahire’de.

Dün kavga eden iki adam gördüm, Ramazan’ın son günleri, günün son saatleriydi. ‘Ne var bunda?’ demeyin. Bu şehrin insanını ilk kez bu kadar ciddi bir sinir krizi içinde gözlemledim. Bu dev şehirde iki kişinin ciddi ciddi kavga etmesi olağanüstü bir olaydı.

Amr b. El-As Mısırlının karakterini tahlil ederken şöyle der: ‘… Davul ve zurna onları toplar, kamçı dağıtır.’ Firavunlardan, Roma krallarından ve Müslüman fatihlerden arta kalan bu halkın güdülmeye oldukça yatkın bir toplumsal psikolojisi var. Amr b. El-As’a atfedilen bir söz daha var Mısırlılar hakkında: ‘Kadınları cilveli, toprakları altın, kralları mabuttur.’

Semir El-Hudeybi de Zindandan Aşk ve Siyaset Mektupları adlı eserinde bir fıkra anlatır: ‘Bir Avrupa kentinde insan beyinleri fuarı düzenlenmiştir. Fransız, Alman, Mısırlı ve diğer beyin örnekleri sergilenmektedir. Fuarı gezen bir Mısırlı en pahalısının Mısırlınınki olduğunu fark edince sevinerek sebebini sorar, Aldığı cevap şöyledir: Çünkü bu beyin müstamel (kullanılmış) değil. Sahibi ölüp gitmiş, bir kez olsun kafasını kullanmamıştır.

Tamamen doğru olması mümkün değilse bile tamamen yanlış da değil.”

(Kahire Kitabı, s. 119-120)

Çok Okunanlar